Özel Yazılarım

TÜKENMİŞLİK SENDROMU

 

Bir insan neden ve nasıl tükenir? Tükenmişlik sendromu nedir? Sürdürülebilir bir enerjik yaşam mümkün müdür?

Bu sendromu en çok hizmet sektöründe ve sürekli aciliyet isteyen işlerde çalışan kişilerde görüyoruz. Bu kişilerin bir özelliği de sorumluluk duygularının yüksek olmasıdır. Sorumluluk duyguları yüksek olduğu için kimseye hayır diyemezler ve ben yapamam başarısızlığına tahammül edemezler. 

İşte tükenmişlik sendromu yaşayanların hikâyesi;

Saat çalmadan 10 dk önce uyanmak için nelerimi vermezdim? En nefret ettiğim uyanma şekli alarmla olanı. Uykumu kandığım için doğal olarak uyanmayalı uzun zaman oldu.

Sanki yorgunluktan ölüyorum. Ruhum kalkmak istiyor, ama vücudum direniyor. Bazen de tam tersi oluyor.

Zihnim çok dolu. İşteki sorunlar, evdeki ihtiyaçlar hiç bitmiyor. Kendimi en huzurlu hissettiğim anlar TV karşısında koltuğa uzandığım zamanlar oldu.

Duygularım karmakarışık. Mutlu olmayı ve gerçekten, içten samimi olarak gülmeyi özledim. Stresle baş etmeyi biliyorum aslında öğrenmiştim ama uygulayamıyorum artık.

Adeta üst üste sağlı solu yumruk yemiş boksör gibiyim, dağıldım ve yere yığıldım sanki. Serseri mayın gibi ordan oraya savruluyorum. Birisi damarıma bassa dağıtacağım ortalığı..

Kendini kapana kıstırılmış fare gibi hissediyorum. Yusuf gibi dipsiz, derin bir kuyuya atıldığımı düşüyorum. Beni de yoldan geçen bir kervan alıp sahiplenir mi acaba?

“Ben yapamam, ben beceremem, bu iş beni aşıyor, bittim tükendim artık’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Halbuki geçmişte ne kadar büyük ve acil işlerin üstesinden gelmiştim.

Bence bütün bu duyguların kaynağı rutin bir yaşam sürmek ve konfor alanından çıkmamakta direnmek.

Yeniden doğmak için rutinin dışına çıkmak gerekiyor. Sürekli belirli bir rutin içinde yaşamak yorar insanı. Bıkkınlık, usanma, umutsuzluk ve bitkinlik verir.

Yeni bir arkadaş ve çevresi, yeni bir dua rutini güne başlarken ve günün sonunda, yeni bir alışkanlık ve hobi edinme, daha sakin bir hayat, kalabalıklar içinde sadece etrafı ve insanları gözlemleyerek gezinme, doğayı dinleyerek bir yürüyüş yapma, kısa ve günübirlik yakın çevre gezileri iyi gelebilir diye düşünüyorum.

Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr fayda etmez ya o yüzden hayata dair yeni hedefler, yeni gayeler edinmek lazım.

Uzaklarda aramaya gerek yok, bazen burnunun dibindekini, en yakınındakini görmek gerekir. Bazen en yakınımızdadır aslında taa uzaklarda aradığımız mutluluk.

Bazen de orijinal değişiklikler ve faaliyetler sokmak lazım hayatımıza.

Mesela bir gün kendi çocuğunuzu da yanınıza alıp oyuncakçıya gidin, kız ve erkek çocuklara uygun değişik onlarca oyuncaklar alın. Sonra aracınızla mahallenizde veya köyünüzde yola çıkın. Yol boyunca rastladığınız çocukların başını okşayıp birer oyuncak vererek oyuncakları tüketin. Bakın nasıl da oyuncaklar tükenirken sizin tükenmişlik sendromunuz sonlanıyor, içiniz huzurla doluyor. Tabi bu size sadece bir günü kurtarıyor. Etkisinin de 3 gün sürdüğünü kabul edersek 4 gün eder. Bu tip olayları kurumsal hale getirebilirseniz bir ömür boyu. Artık bu sizin hayal gücünüze bağlı.

Nietzsche’nin güzel bir sözüyle bitirelim yazımızı: ‘Öldürmeyen darbeler güçlendirir.’ 

ÖBÜR YARIMIZ

Sümenaltı edemezler, halının altına da süpüremezler, sünger de çekemezler. Unutmazlar, hafızaları izin vermez. Bırakamazlar, vazgeçemezler, alışmışlar bir kere… Kurulmuş saat gibi çalışmaya. Pilleri tükenmez, enerjileri bitmez. Kimdir bunlar? Öbür yarımız. Durmadan çalışan, didinen, hilesiz, hurdasız ve samimi insanlar…

Bazan aşk, sevgi, bazen özlem, gurbet hasreti, hastalık, çocukları, annesi, babası, dayısı, halası ve hatta kardeşleri.. Sorumlulukları ve dertleri bir değil ki… Bazan parasızlık, bazan saygısızlık, aşağılama, çekememe, hakaretler yıldıramaz onları… Dert nedir ki zaten? Çocukken topumuz kayboldu diye ağlarken, şimdi kanserden ölen dayımıza üzülmüyor muyuz? Her yaşın, her başın derdi kendine göre… Yaradan sanki eşit dağıtmış dertleri kaldırma kapasitesine göre… Nasıl oluyor bu dersiniz? Adamın başına gelmedik kalmamış bakıyorsunuz hala nefes alıyor. İnsanın taşıyamayacağı yük yok ki.. Hani demiş ya Yaradan “Biz bu Kuran’ı bir dağa indirmiş olsaydık, parçalanıp dağıldığını görürdün” Heyhat o yük insanın omuzlarında şimdi.

Çalış çalış nereye kadar? Nereye kadar olacak, tabi ki mezara kadar… Doğru, dürüst, riyasız, gösterişsiz, heyecanlı, sabırlı, özverili bir çalışma… Kimin için olduğunun bir önemi yok. İşten değil, hayattan emekli olana kadar… İş biterse gönüllü çalışma başlar, Yeşilay, Tema, Ahbap…Boş mu kaldı bahçedeki güllerle ilgilenir. Yeter ki çalışmak istesin. Arı gibi, karınca gibi, koşmaktan çatlayan kısrak gibi…

Çalışmanın mesaisi olmaz, olamaz, olmamalı. Çünkü insan düşünen bir varlık. Dinlenirken bir köşede, uyurken bile insan beyni arka planda çalışmaya, çözüm üretmeye devam eder… Bir konuya odaklananların müthiş fikirlerle uyanması bu yüzdendir. Rüyalarda bile çalışmaya devam eder… İşte tam da bu yüzden üniversitelerin 7/24 açık olmamasına anlam veremiyorum. Bilim insanına ne zaman fikir geleceği belli olmaz ki, şaire ilham gelmesi gibi…

Pazartesi sendromu yoktur onların, hafta sonu sendromları vardır. Hafta içinden hafta sonu yapacakları işleri planlarlar…. Okumak, araştırmak, gelişmek, geliştirmek hep onların işidir. Bir günleri öbür günlerine eşit geçmez, mutlaka mesafe kat ederler. Çünkü iki günü eşit olan zarardadır, yerinde sayan geriye gidiyor demektir. Adeta hızla giden treninin içinde koşar gibidirler.

Köyde, kırda, bahçede, sahilde, tatilde çalışmayı bırakmazlar… Hobileri vardır onların, sanatla uğraşırlar. Ya bir çalgı çalar, ya şiir kaleme alır, ya güvercin besler, ya da kedilerini severler. Bulmaca çözer, satranç oynar, yürüyüş yaparlar. Gezmek, görmek çok öğretir insana… Kesin çok gezen bilir ama serseri mayın gibi değil… Gözleri mercek, beyni kaydeden kamera gibi olacak insanın.. Duyduğunu hatırlayacak, gördüğünü unutmayacak… Dinlemesini iyi bilecek insan karşısındakini…

Başkasının kopyası değildir onlar… Orijinal ve kendine has dokuları vardır. İki arkadaşı onun hakkında konuşsalar ortak nokta bulamazlar anlattıklarında. Çünkü herkes farklı bir yönüyle tanımıştır onu. Saklayamazlar düşünceleri hiç kimseden. Hemen de belli olur yüzlerinden hisleri. Gülünce gözlerinin içi güler, üzülünce hüzün çöker, sonra birkaç damla gözyaşı.

Gördüğünüz gibi bu hayatın içinde akıllı telefonun yeri yok. Sosyal medyanın da. Yapay zekaya ne hacet, zekanın aslı bizde zaten. Sonsuz bir aklımız ve sınırsız bir hayal gücümüz var bizim. Zaten sosyal varlıklarız ister istemez. Konuşmanın yerini mesaj tutar mı hiç? Aynı anda binlerce kişiye ulaşan otomatik mesaj ne işe yarar ki? Siz hiç mental aritmetik öğrenen bir çocuğun saz çalıp türkü söylerken aynı anda karşısından geçen dört basamaklı üç sayıyı topladığını ve sonucunu anında söyleyebildiğini görmediniz mi?

Diploma nedir ki? Bir şeyler üretmek için diplomaya ne gerek var. İnsan yeter ki bir konuya odaklanıversin. Neler çıkar ortaya bir bilseniz. İlkokul mezunu çok insan tanıdım derya deniz gibi. Adam makine çiziyor kara kalemle kağıda bir görmeniz lazım.

Rutinleri vardır onların, her gün, her akşam, yatmadan önce, sabah kalkınca, her hafta sonu, ayda bir, yılda bir…. Mutlaka yapmaları gereken alışkanlıkları vardır. Yatmadan önce kitap okumadan hayatta uyumazlar mesela…

İşte biz buyuz. Bize rastlamışsınızdır mutlaka bir yerlerde… Sevdiklerimizle gitmediğimiz bir tatil, onlarsız yenen bir yemek, gezi, piknik, eğlence tat vermez bize. İlla sevdiklerimizle olmalıyız. Kendimizden bir şeyler verince haz alırız biz. Yemekten çok yedirmek, gezmekten çok gezdirmek, uyumaktan çok uyutmak, çalıştırmaktan çok çalışma daha çok zevk verir bize. Bazen oturur seyrederiz sadece gizlice çabamızın sonucunu. Ve mutlu oluruz.

 

ARAYIŞ

Hayatımız aramakla geçiyor. Benliğimizi, kendimizi, kim olduğumuzu, yaratıcıyı aramakla başlıyoruz. İş, eş, para, sağlık, mutluluk ve huzur arıyoruz ardından. Bazı şeylerin kıymetini kaybedince anlıyoruz. Sonra başlıyoruz aramaya kaybolan yıllarımızı, gençliğimizi ve sağlığımızı.

İşler yetişmiyor, zaman arıyoruz. Canımız sıkılınca konuşacak, dertleşecek bir dost arıyoruz. Okumak için kitap, çalmak için saz, söylemek ve dinlemek için şarkı arıyoruz kimi zaman. Bazen doğada, bazen kumsalda, bazen de gökyüzünde arıyoruz. Ne aradığımızı bilmeden boş sokaklarda dolaştığımız oluyor. Geleceğimizden bir işaret arıyoruz mesela yıldızlarda. Rüyalardan anlam çıkartmaya çalışıyoruz belki aradığımız ordadır diye.

Çocukluğumuzu arıyoruz mahallede dolaşırken. Fakirsek bir tas çorba, zenginsek havalı bir araba arıyoruz. Huzuru ararken kayboluyoruz sevgilinin gözlerinde hayale dalıyoruz.

Yalancıdan kaçan doğruyu, dolandırıcıdan bunalan dürüstü, sahtesinden yaka silken orijinalini arıyor. Kimisi üretiyor müşteri arıyor, kimisi müşteridir satıcıyı arıyor. Kimi üniversite kazanmış burs, kimi de kalacak yurt arıyor.

Kimimiz ilahi mesajda kimimiz Kabe’de Hakk’ı arıyoruz.

“Hakk'ı uzaklarda arama, Hakk'ın durağı gönüldedir.” Yunus Emre

Kimi hakkını arıyor. Duyduğu sesin peşinden koşarak sesin sahibini arayan da oluyor, ormanda kaybolmuş ceylan gibi annesini arayan da.

Öldürmek için avını arayan da var bu Dünya’da, sevindirmek için muhtaç birini arayan da. Gönlünü almak için kalbini kırdığını, sarılmak için annesini, elini öpmek için dedesini, başını okşamak için yetim birisini arayan da var.

Kimi arar bulduğunu sevinir, kimi bulamaz üzülür. Kimi de ararken ömrü yetmez bulmaya. Tüm çalışmalarımız, çabalarımız, emeklerimiz hep bulmak içindir. Doğru yerde ve zamanda aramak gerekir bulmak istediklerimizi.

Âşık Veysel çok aramış ve sonunda kara toprakta bulmuştur yârini;

Dost dost diye nicesine sarıldım,
Benim sâdık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum,
Benim sâdık yârim kara topraktır.

Hakikat ararsan açık bir nokta,
Allah kula yakın kul da Allah'a,
Hakk’ın gizli hazinesi toprakta,
Benim sâdık yârim kara topraktır.

Yunus Emre neyi aradığını şu dizelerde dile getirmiş;

Arayı arayı bulsam izini, 
İzinin tozuna sürsem yüzümü. 
Hak nasip eylese görsem yüzünü, 
Ya Muhammed canım arzular seni. 

Şemsettin Polat ta kalbinde bulmuş;

Uzaklarda aramam çünkü sen içimdesin,
Taht kurmuşsun kalbime en güzel yerindesin.

Ömrümüz aramakla geçer bizim. Güvenilir birini ararız, sıkılırız macera ararız, zorlanırız rahatlık, yoruluruz uyuyacak döşek, üşürüz üstümüze yorgan, terleriz soğuk bir bardak su, korkarız güvenli bir liman ararız.

Kimi bir umutla define arar, kimi avcıdır avının peşindedir.

Bulmayınca üzülür, teselli ararız. Hastalanırız şifa için ilaç, derdimize derman, gönlümüze ferman, sevdiğimize bir demet gül ararız.

Kaleye kaleci, okeye dördüncü, çayına şeker, takımına ideal onbir arayan da olur samanlıkta iğne arar gibi.. Acil bir durum varsa 112 yi ararız.

Mahkeme mahkeme dolaşıp adalet arar bazıları. Üstüne yağan bombalardan sığınacak korunaklı bir yer arayan da vardır bir yerlerde.

Dünya hali işte; kimi çöpte ekmek ararken, kimi Mars’ta su arar. Bülbül gül ararken, sinek pislik arar, arı çiçek, karınca buğday tanesi…. Uçurtma uçmak için rüzgâr ararken, leylek geçen yılki yuvasını arar. Gazi savaşta kaybettiği kolunu ararken, Mecnun çölde Leyla’sını arar. Yakup Yusuf’unu, Aslı Kerem’ini, Ferhat Şirin’ini arar…

Biz çocukken ansiklopedide arardık ödevlerimizi, şimdilerde arama motorları çıktı. Kendimize eş arardık düğünlerde, şimdilerde sosyal medyadan buluyor gençler birbirini.

Velhasıl arayan Mevla’sını da bulur, aradığını da.. Gökte ararken yerde de bulabilir.

Her şeyi ara ama kimsede kusur arama. Hatayı önce kendinde ara.

“Aşkı arama, o kayıp değil. Kendini kaybet aşkı bul..."  Hz. Mevlana

"Kadir Gecesi'ni Ramazan'ın son on günü içinde arayınız!" Hz. Muhammed (SAV)

İyiyi arayıp güzeli bulmak temennisiyle…

 

ADALET

Son zamanlarda ülkemizde ve Dünya’da yaşanan ADALET’sizliklere karşı haykırmak, avazım çıktığı kadar bağırmak ve YETER ARTIK demek istedim. Sizlerin de duygularınıza, iç sesinize tercüman olmayı hedefledim.

Tüm kalbimle hissediyorum ki ülkemizde ve Dünya’da zulme uğrayanların sesi ve serzenişleri Arş-ı Âlâ’ya kadar ulaştı. Çok yakında zalimlerin zulümlerinin son bulacağına inanıyorum.

Adalet, adalet, adalet….

İnsana, hayvana, bitkiye, havaya, suya, toprağa, canlıya, cansıza velhasıl her şeye ve herkese adalet.

İnsanlığın, dinin, devletin, toplumun, ailenin temeli adalet…

Evladına, anana, babana, kardeşine, akrabana, komşuna, arkadaşına, eşine ve dostuna adalet.

Esnafa, sanayiciye, işçiye, memura, emekliye, çalışana, ustaya ve çırağa adalet…

Türk’e, Araba, Kürde, Çerkese, Gürcüye, Laza, Romana, çingeneye, yörüğe, efeye ve dadaşa adalet..

“Yurtta adalet, Cihan’da adalet”

Sokakta yatana, evsize, barksıza, fakire ve zengine adalet…

Zenciye, beyaza, çekik gözlüye, sarı saçlı, mavi gözlüye adalet.

Avrupa’ya, Asya’ya, Afrika’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya, Antartika’ya adalet…

Güçlüden ve üstünden yana değil, haklıdan yana adalet..

Devletin dini, mülkün temeli adalet.

Devleti, işyerini, derneği, tarikatı, partiyi, meclisi, köyü ve kenti yönetene ve onların yönettiklerine adalet…

Dünya’daki tüm değişik din mensuplarına, dinsiz ve inançsızlara adalet…

Vergide, gelir dağılımında, alırken, satarken, dağıtırken ve verirken adalet..

Seçerken, seçilirken, atarken, atanırken liyakat ve adalet.

Çalışan ile işveren, öğrenci ile öğretmen, memur ile amir, vali ile halk, hâkim ile sanık, savcı ile tanık, şahit ile zabit arasında adalet.

Köyde, kentte, kasabada, tarlada, bağda, bahçede, yaylada, derede, dağda, ovada her yerde adalet..

Geçmişte, gelecekte, şu anda, gecede, gündüzde, yolda, sırada ve kuyrukta her zaman adalet..

Camide, kilisede, havrada, tapınakta, Filistin’de ve Uygur’da adalet.

Sporda, maçta ve yarışmada, hastalıkta ve sağlıkta, yaşarken ve öldükten sonra sonsuza dek adalet.

Devletin taa en başındakinden dağdaki çobana kadar adalet.

Müslüman’a, Hristiyan’a, Yahudi’ye, ateiste, ateşe tapana, düşmanına ve dostuna adalet.

Saraydakinden gecekondudakine, villadakinden apartmandakine adalet.

Açlara, toklara, hastaya, yolda kalmışa, beşikten mezara, başından sonuna kadar adalet.

Evliye, bekara, dula, yetime, öksüze, köre, sağıra ve engelliye adalet..

Suçu ispat edilene kadar suçsuza, suçunu çekerken suçluya, kader mahkumlarına adalet..

Cengizhan’dan, Alparslan’a, Fatih Sultan Mehmet’ten Kanuni’ye, Hacı Bektaşi Veli’den Mevlana’ya, Genç Osman’dan Atatürk’e Türk’ün şiarı adalet,

Hun ve Göktürklerden Selçuklu’ya, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne 17 kez tescil edilmiş adalet,

“Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.” William Watson

Çarşıda, pazarda, bankada, borsada, otobüste, uçakta, takside ve minibüste adalet…

Farklı görüşte olana veya yandaşına, seni eleştirene veya övene, sevene veya dövene adalet.

Kalbini kırdığına, gönlünü aldığına ve sözünden caydığına adalet.

Allah’ın Kur’an da emrettiği, Hz. Muhammed’in yaşadığı, Hz. Ömer’in uyguladığı adalet….

Sözde değil, özde adalet; sana, bana, ona, bize, size, hepimize adalet..

Gece gündüz, dört mevsim, 7/24 saat.  365 gün 6 saat adalet….

Unutma! Bir gün sana da lazım olur ADALET…

SON SÖZ:

Peki adalet sağlanınca ne olur? Huzur, mutluluk, barış, sevgi, zenginlik ve bereket gelir Dünya’ya ve ülkemize…

Şimdi anladınız mı bir insan veya zümre neden adaleti tahsis etmez, etmek istemez?

“Ben nice insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” Mevlana

Ben de derim ki: “Nice adalet sarayları gördüm içinde adalet yok.”

 

TÜRK KÜLTÜRÜ

Türkler olarak Orta Asya’dan beri gelen kadim bir kültürümüz var. Köklerimiz çok sağlam. Örf ve adetlerimizin geçmişi çok derinlere dayanıyor. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan yolda çok sayıda devlet ve uygarlık kurduğumuz için hükümranlık sürdüğümüz toprakların toplumlarından da kültürel alışverişimiz oldu. İslami, Arabi, Farisi, Alevi, Kürdi ve Avrupai kültürlerden etkilendik. Kendi kültürümüzle onların kültürlerini güzelce harmanladık. Nihayetinde kendi öz kültürümüzü büyük ölçüde koruyarak bugünlere geldik.

İslam’la tanışma, Arap ve Fars haklarıyla kaynaşma, Avrupa’lılarla temaslarımız ve ticaretimiz, Selçuklu, Osmanlı gibi büyük devletler kurup küresel çapta etkili oluşumuz, nihayetinde kurduğumuz son Cumhuriyet, batılılaşma hareketleri kültürümüze zenginlik kattı.

Yiğitliğiyle, misafirperverliğiyle, yardımseverliğiyle, saf ve temiz oluşuyla, çalışkanlığıyla, ahlakıyla Dünya’ya nam salmıştır Türk insanı. Çok zor zamanlardan geçmiş, nice savaşlar ve badireler atlatmış, nice zaferler kazanmış, yokluğu da varlığı da görmüş geçirmiştir. Toprağına sahip çıkmış, nice şehit ve gaziler vermiştir bayrağı ve dini uğruna. Bizim ezanımız, kandillerimiz, büyüğe saygımız, küçüğe sevgimiz Dünya’ya örnektir. Ekmeğe basmayız, karıncayı incitmeyiz ama yeri gelince, milli ve manevi değerlerimize saldırılınca aslan gibi kükrer, birlik ve beraberlik içinde hareket ederiz. Bileğini bükemediğimizin elini öpmekten gocunmayız.

Bu topraklarımız güzel kokar, neden bilir misiniz? Çünkü tüm sevdiklerimizi bu topraklara gömdük te ondan. Bizim gökyüzümüz göçmen kuşların geçiş rotasıdır, her baharda yeniden gelip yuvalarını kurarlar. Çünkü bizim onlarla bile dostluğumuz vardır.

Yıllar içinde Dünya’nın değişik yerlerinde zulme uğrayan ne kadar Türk kökenli soydaşımız varsa sahip çıktık. Hepsi bizimle kaynaştı, kız alıp verdik, aile olduk. Hatta başka kültürlerden insanları bile bağrımıza bastık, evimizin kapılarını açtık, ekmeğimizi paylaştık. Bizi seven ev saygı duyan herkesle iyi geçindik. Toprağımıza, birlik ve beraberliğimize göz dikenlere bile kendilerine gelme şansı tanıdık.

Bizim cenaze ve düğünlerimizde, festivallerimizde, güreş, okçuluk gibi ata sporlarımızda, aile ve sosyal yaşantımızda, köylerimizde, şehirlerimizde, demokratik hayatımızda, müziğimizde, folklörümüzde, milli ve dini bayramlarımızda, mevlidlerimizde, kandil gecelerinde, Ramazan teravihlerinde, destanlarımızda, hikâye ve masallarımızda, İstanbul Türkçesinde, bozkurt işaretimizde, türkülerimizde ve ağıtlarımızda hep bu kültürümüzün izlerini görebilirsiniz. Bizim insanımız birbirine saygılıdır, inanan, inanmayan, içki içen, içmeyen, açık gezen, kapalı yaşamayı tercih eden, solcumuz, ülkücümüz tüm insanlarımız. Evet ara sıra tartışmalarımız olur ama kol kırılır yen içinde kalır. Daha doğrusu kalırdı. Artık kalmıyor. İşte bu noktada işin rengi değişmeye başladı. Maalesef ilk başta masum ve mazlum insanlara kucak açma şeklinde başlayan göçler Tük insanını ve kültürünü ele geçirmeye ve boğmaya başladı.

Binlerce yıldır emek verdiğimiz, el emeği göz nuru ile büyütüp beslediğimiz, gözümüz gibi sakındığımız kültürümüz yok oluyor. Mahallemizi, köyümüzü, kentimizi nerden geldiği belli olmayan, bize adapte olmamakta ısrar eden, iyi görünüp aslında içinde bize karşı ne hisler beslediğini bilmediğimiz insanlar kapladı her yanımızı. Başımıza ne geleceğini bilmeden, korku ve endişe içinde yaşamaya başladık. Artık çocuklarımız için endişe eder olduk. Tek başımıza gezmekten korkar hale geldik.

YAZIK çok YAZIK…. Ey vatanı bize emanet eden atalarımız, dedelerimiz ve ninelerimiz! Emanetinize sahip çıkamadığımız için sizden özür dileriz. Ey geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımız! Sizden de özür dileriz. Size güzel kültürümüzü maalesef aktaramadık. Size güzel bir ülke bırakamadık.

GİZLİ BİR EL

Büyük İskender, Diyojen'i ziyaret etmiş ve bir dileği olup olmadığını sormuştur. O ise bu soruya “Gölge etme başka ihsan istemem.” yanıtını vermiştir.

“Su akar, yolunu bulur”

Gizli ve görünmez bir el var sanki ticaret ve iş hayatımızda…. O gizli el bizi bürokraside boğmak istiyor, sürekli engeller çıkarıyor, ek vergiler, ek bilgi ve belgeler…. Kendisini önümüze takoz koymak, tekerimize çomak sokmaya adamış belli ki…

Hele bir işyeri açmaya kalkın, hele bir proje geliştirmeye çalışın, hele bir yatırıma kalkışın bakın bakalım başınıza neler geliyor?  Belediyeden maliyeye, ticaret odasından vergi dairesine, sgk müdürlüğünden Bakanlıklara onlarca ayrı yere belgeler verip onaylatmanız, harç ve vergi vermeniz gerekiyor. E-devlette rahatça görülebilecek evrakları bile sizden tekrar tekrar istemeye kalkıyorlar. Sadece bu işlemler için bile danışmanlar, muhasebeci ve büro elemanı gibi çalışanlarınız olmak zorunda daha işin en başında… Halbuki bütün bu iş ve işlemler tek bir bürodan ve tek bir noktadan rahatça halledilebilir aslında günümüz teknolojik imkanlarıyla..

Düşünsenize bir otomobili ticari şirket aracına dönüştürmek bile kabus gibi. Ehliyeti yeterli, SRC ve psikotekniği olan bir sürücü yanı sıra aracınız için K belgesi, yol belgesi, logo için muayene, mtv, sigorta, kasko v.s. onlarca iş ve işlem yapmak zorundasınız. Ve her biri için tekrar tekrar istenen onlarca bilgi ve belge.

Aidat almaktan başka bir işe yaramadığı artık tüm herkesin ortak görüşü olan ODALAR… Esnaf Odası, Meslek Odaları, Ticaret Odası v.s.

Sizi kayıt içine yani avucunun içine aldığı için sevinen bu gizli el sizi cepte biliyor artık. Kaçış yok, nasıl olsa kapatmak açmaktan bin kat beter. Göze alamazsınız. Bir kere yakayı kaptırdınız gizli ele. Ne derse ödemek zorundasınız. Hatta kayıt dışındakilerin kaçırdıkları vergileri, ödemedikleri faturaları, kayıp-kaçak bedellerini bile hep size ödetirler. Hele bir de namuslu, titiz, zamanında ödeyen biriyseniz hepten zarardasınız demektir. Beş yıl geriden gelenler en sonunda sizin ödediklerinizin beşte birini hem de 24 ay taksitle ödeyip kurtulurlar aftan yararlanıp.

Müfettişler de hep sizi denetler, öyle ya kayıt dışındakini nasıl denetleyecekler. Nefes aldırmazlar size.. Çünkü yeriniz, adresiniz, telefonunuz bellidir. Rekabet şansınız da yoktur rakiplerinizle… Kaçak elektrik kullanan, kaçak göçmen işçi çalıştıran, 100 satıp 10 gösteren, elden maaş ödeyen rakiplerinizle nasıl rekabet edebilirsiniz ki?

Gizli elin yaptıkları bunlarla da sınırlı değil. Gizli el liyakate önem vermeden işe alım yapıyor. Torpil, adam kayırmaca, adrese teslim iş ilanları, göstermelik mülakatlar, akraba ve yandaş koruma yani ne ararsanız var.

İhale, teşvik ve kredi almak için bile dostlarınızın olması gerekiyor gizli elin etrafında. Dünya’nın en güzel ve faydalı projesine bile sahip olsanız dikkatini çekmeniz ve o çevreye girmeniz öyle kolay değil.

*************

Türkiye üretimini, ihracatını ve yabancı sermaye yatırımlarını artırırsa enflasyonu kontrol altına alır.

Ama ne yapıyor bu gizli el? Enerji ve işçilik maliyetlerini sürekli tırmandırıyor. Döviz kurlarını baskılayarak enflasyon oranında artmamasını sağlayarak ihracatta gerilemeye yol açıyor ve Türk üreticilerin rekabet şansını ortadan kaldırıyor, kapasite kullanımlarını düşürüyor.

Mesela çelik sektörü tüm bu gizli elin yaptıkları yüzünden 2023 yılında ihracatta 7 milyar dolarlık kayıp yaşadı. AB’ne ihracattaki pazar payımız yüzde 45’ten 33’e düştü. 60 milyon ton olan sıvı çelik üretim kapasitemizin kullanım oranı yüzde 78-80 bandından yüzde 53-55’lere geriledi.


Sonuç olarak GİZLİ EL’in üzerimizden elini çekmesi ve piyasayı kendi haline serbest rekabet ortamına bırakması lazım. GİZLİ EL sadece piyasayı seyretse, hiç müdahale etmese, kendi haline bıraksa sanki herşey daha güzel olacakmış gibi duruyor. GİZLİ el sadece uzun vadeli planlar yapsa, üreticiyi ve ihracatçıyı teşvik etse, merkez bankası rezervlerini artırsa, kendini yetiştirse, ekonomiyi öğrense ve kuralına göre uygulasa, piyasaya güven verse, gerçek işsizlik, enflasyon verileni açıklasa, sanayicinin ihtiyacı olan elemanı yetiştirse yeter.

Piyasa kendi iç dinamikleriyle en kestirme yolu mutlaka bulur.

DEFOLU DÜNYA LİDERLERİ

İsrail’in Filistin’e saldırması tam bir turnusol kağıdı görevi gördü. Hem bireysel olarak hem de toplumsal ve ülkeler bazında. Dini, milleti, ırkı ve dili ne olursa olsun tüm Dünya insanları sivillerin ve özellikle de çocukların öldürülmesine seyirci kalmadı. Vicdanlar harekete geçti. (Ülke liderleri hariç) Dünya üzerindeki nerdeyse tüm ülkelerin hakları ayaklandı ve seslerini değişik şekillerde duyurmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunların içinde Yahudi olanlar bile var bu çok sevindirici.

Demek ki insanlık vicdanını yitirmemiş dedirtti bu toplanmalar ve yürüyüşler. Vicdanlarını yitirenlerin sadece ve sadece ülke halklarının kendi içlerinden seçtikleri liderler olduğu anlaşıldı.

Avrupa ülkelerinden birinde yaşayan bir doktor bile hiçbir maddi karşılık beklemeksizin ölümü göze alıp her şeyini arkada bırakıp gönüllü olarak Filistin’e yardıma gidiyorsa bize “helal olsun” demekten başka ne düşer?

Peki neden ülke liderleri konuşmaktan ve kınamaktan başka bir şey yapamazlar? Sadece hamasi nutuk atmakla yetinirler? Veya birçoğu bunu bile yapmaz. Bugün protesto gösterilerini yapanlar, İsrail mallarını boykot edenler sadece ve sadece ülkelerinin vicdanlı yurttaşları…

Aslında Yahudi toplumunun karşı çıkması gerekmez mi İsrail’in vahşetine? Dünya’nın her yerinde yaşayan yahudilerin bu durumdan en rahatsız olanlar olması lazım değil mi? Böyle giderse yaşadıkları toplumdan soyutlanacakları ve hedef haline geleceklerini düşünmüyorlar mı? Birgün o meşhur ağaç “arkamda saklanan biri var” demeyecek mi sanıyorlar? Ama onların da suçu yok? Ülkeleri yöneten liderlerin halklarından bağımsız olarak nedir bu savaşa düşkünlükleri? Bu kadar mı kararttı vicdanlarını silahtan ve savaştan gelen paralar?

Dünya halkları olarak hep mi yanlış insanları seçiyoruz başımıza bizi yönetsinler diye? Hiç mi doğru dürüst bir lider çıkmaz? Bu kadar mı ölümden ve elindeki imkanları kaybetmekten korkar bir insan? Ne var bu oturdukları koltukta onları ölünceye kadar oraya yapıştıran? Bu ne güçlü bir tutkaldır ki bir türlü bırakamazlar koltuklarını?

Kan üzerinden siyaset yapanlara teslim olmuş bütün Dünya. Çoğu yerde halkların arasında düşmanlık yok aslında. Hep liderlerimiz üflüyor közün üstündeki külleri. Onlar için varsa yoksa kendi istikballeri.

Eğer Dünya üzerindeki ülkelerin gözünü hırs büyümüş siyasetçileri ve liderleri olmasa halklar mutlu mesut yaşayıp gidecekler gibi görünüyor.

Haksız mıyım?

ÇALIŞAN HERKES KENDİNİ KALİBRE ETMELİ

-PİT STOP-

Bir insanda, bir çalışanda veya bir yöneticide bulunması gereken temel özellikler vardır. Bu özellikler kiminde çok, kiminde ise yetersiz olabilir. Ama hepimizin kendi mesleğimizle ilgili olarak örnek aldığımız, en başa koyduğumuz lider veya örnek kişiler vardır. Yani mesleğin duayenleri veya arkadaşlarımızdan işini çok iyi yaptığını düşündüğümüz kişiler. Kendisini referans alıp kendimizi ona kalibre edebileceğimiz özellikleri barındıran tecrübeli büyüklerimiz. Mesleğimizin yazılı kriterlerini de kalibrasyon için referans alabiliriz istersek. Ama kendimizi yılda bir kez mutlaka kalibre etmeliyiz, yani hangi seviyede olduğumuzu, ne mesafe katettiğimizi ve referans değerlerden hangi konularda saptığımızı belirlemeliyiz. Çıkacak sapmaların seviyesine göre de kendimize yön vermeli, eksikliklerimizi giderme çabasına girmeliyiz.

Referans Değerler :

Bilgi : Bilimsel ve mesleki bilgi, bilgisayar, yabancı dil, terminoloji

Kültür : Genel ve mesleki kültür

Tecrübe : Mesleki tecrübe

Ahlak : İş ahlakı, insanlık, vicdan, dürüstlük, sadakat, vefa gibi özellikler

Sevgi : İşini ve mesleğini, iş arkadaşlarını, tedarikçi ve müşterilerini sevme

Saygı : İşine, mesleğine, iş arkadaşlarına ve yöneticilerine, tedarikçi ve müşterilerine saygı

Kalite : Pozitif kişilik, problem çözme yeteneği, analitik düşünme, takım çalışmasına yatkınlık, sonuç odaklı olma, iş disiplini, planlı ve düzenli çalışma

Peki yukarıdaki referans değerlere göre bizi kim kalibre edecek? Sonuç raporunu kim yazacak? Tabi ki herhangi bir kuruluş veya kişi sizi kalibre etmeyecek. Siz kendi kendinizi değerlendireceksiniz. Elinizi vicdanınıza koyup ölçeceksiniz. Unutmayın vicdan her insanda az veya çok bulunan bir olgudur ve en etkili yöntemdir.

Kendinizi kalibre etmek yarışan arabaların pite girmesi gibidir. Yani yılda bir kez pit stop vereceksiniz. Kendi iç muhasebenizi yapacaksınız. Hesaba çekilmeden önde kendinizi hesaba çekeceksiniz.

 

Kendinizi kalibre ettiyseniz, pit stop’tan çıkıp yarışa devam edebilirsiniz. Başarılar….

 

UMUTSUZLUK

YOK

 

 

Umutsuzluğa kapıldığında ne yaparsın?

Ben bir insan olarak  - hem de sıradan – ne yaptığımı söyleyeyim.

Defne dalından veya sardunya çiçeğinden bir yaprak koparıp kokluyorum. Güneş doğmadan kısa süre önce pencereyi açıp sabahın sessizliğinde kuşları dinliyorum. Eğer mevsimindeyse ve açmışsa yaban gülü kokluyorum. Varsa kafesimde kuşumu yoksa kedimi seviyorum. Hafta sonu ormana falan gidersem kaynağından su içiyorum. İnanın doğal davranmak insana yaşama sevinci veriyor. Size de tavsiye ederim.

Bazen derinden bir iç çekip “teşekkür ederim Allah’ım” diyorum. Bazen kuş veya balık yakalayıp tekrar bırakıyorum özgürlüğüne. Bayramda tatile değil büyüklerimin elini öpmeye gidiyorum. Otobüste değil kamyon kasasında yolculuk ediyorum rüzgara karşı. Hasta ziyaret ediyorum. Hal hatır soruyorum. Eğer içimden ağlamak geliyorsa kendimi tutmuyorum.

Köye gitmişsem armut pekmezi yapıyorum. Tereyağında yumurta pişiyorum. Organik tohum biriktiriyorum saksıya veya bahçeye ekmek için. Canım çok sıkkınsa fotoğraf albümüne bakıp çocukluğumu hatırlıyorum. Daha da sıkılmışsam Ferdi’den veya Orhan’dan birkaç dokunaklı şarkı dinliyorum.

Denizdeysem köpeğimle yüzüyorum. Ormandaysam mantar topluyorum. Kışsa kara bata bata yürümeyi seviyorum. Yolda giderken inek veya manda sürüsüne denk gelmişsem onlarla fotoğraf çekiniyorum. Kastamonu’dan geçiyorsam 30 yıldır görmediğim bir arkadaşıma uğruyorum.

Kuluçkaya tavuk yatırıp yirmibir gün civciv çıkmasını bekliyorum. Bazen mezarlığa uğrayıp geçmişlerime dua ediyorum. Yağmur yağıyorsa çıplak ayakla toprak yolda yürümeyi, sırılsıklam ıslanmayı seviyorum. Dalından koparıp erik, incir yemeyi çok seviyorum. Kurban kesmişsem kanından bir damla çocuğumun alnına sürüyorum.

Gruptan asker arkadaşlarımla görüşüp askerlik anılarımı tazeliyorum. Sırtımda çanta, omzumda tüfek karda tipide tuttuğum nöbetleri hatırlıyorum. Mangal başındaysam közde mısır yemeye bayılıyorum. Ramazansa mahallemden uzak bir camiye teravihe giriyorum. Milli takım maç kazanmışsa camdan havaya kuru sıkı tabancamla ateş ediyorum. Yazın sıcaksa sokak hayvanlarının kabına su koyuyorum. Bazen içimden geliyor ilk rastladığım el açana para veriyorum. Otostop yapana rast gelirsem arabama atıyorum. Yoldaysam ve araba kullanıyorsam radyodan müzik dinliyorum.

Bir yakınım ölmüşse mezarına birkaç kürek toprak atıyorum. Yalnızsam kendi kendime şarkı mırıldanıyorum. Acıktıysam yarım ekmek arası döner alıp yanında ayran içiyorum. Sabah erkense simit çay iyi gidiyor. Peşinden sigara tüttürüyorum. Pazar günü evdeysem eşimle mantı büküyorum. Kendi gömleklerimi kendim ütülüyorum. Cumartesi günleri su doldurmaya gidiyorum. Ardından pazar alışverişimi yapıyorum. Hafta sonu evde tamir işlerimi hallediyorum.

Gece uykum kaçmışsa iki rekat namaz kılıp dua etmek iyi geliyor. Bazen izlediğim bir filmi tekrar izliyorum. Hatmettiğim Kuran’ı başından tekrar başlıyorum okumaya. Bisiklete biniyorum bazen, basketbol oynuyorum parktaki sahada. Yürüyüş yapmak ta iyi geliyor…. Özellikle kentin eski sokaklarında, çarşılarında, pasajlarında ve eski hanlarında dolaşıyorum.

Sabah kalkınca rüyamın yorumuna bakmadan edemiyorum. Evimin önündeki bahçeye gül fidanı dikip büyümesini beklemek iyi geliyor. İçimden gelirse kendime has tariflerle yemek yapıyorum. Susamışsam ağzımı dayayıp musluktan içmesi daha hoş oluyor. İçine biraz tomurcuk katıp çay demliyorum. Şans getirsin diye dört yapraklı yonca bulup defterin arasında kurutuyorum.

Bahar aylarında isem söğüt dalından düdük yapıyorum. Okula başlayan kızımın defterlerini kaplıyorum. Bir turiste denk gelmişsem yolda kendimi İngilizce konuşmak için zorluyorum. Akşamları haberlerin peşinden bir diziye takılıyorum. Sabahları tesbihle Allah’ın bildiğim isimlerini çekiyorum.

Fuarları gezmek mutluluk veriyor. Uzak doğuluların standlarını dolaşmak ve onlarla konuşmak farklı hissettiriyor. Sosyal medyada çalıştığım sektörle ilgili güzel ve faydalı yazıları beğeniyorum. Üreten insanları seviyor ve takdir ediyorum.

Yağmur sonrası toprak kokusunu çok seviyorum. Düğüne gitmişsem içimden oynamak geliyor ama beceremeyeceğimden korkuyorum. Gece yatmadan önce ve sabah kalkınca su içiyorum. Sadece kendi mayaladığım köy yoğurdu yiyebiliyorum. Herhangi bir yerde güzel ve değişik bir bitki görmüşsem ondan bir dal koparıp bahçemdeki toprağa sokuyorum.

Güneşin doğuşunu ve batışını seyretmek iyi geliyor.  Kızgın kumlardan serin denizin sularına dalmak çok iyi oluyor.  Hele de kumsalda beklerken geçen simitçiden alınıp yenen sıcak ve gevrek simidin tadına doyulmuyor. Sahilde kum zambakları açmışsa bakmaya kıyamıyorum. Baktım ki çok bunaldım biraz tefriciye biraz da cevşen okuyup rahatlıyorum. Kıbleye dönüp hacdan gelen zemzem suyunu içiyorum. Kasım ayında toprağa soktuğum lale soğanlarının Nisan ayında çıkıp açışı ferahlatıyor beni.

Karınca yuvası görünce yolumu değiştiriyorum, basmamaya çalışıyorum. Yerde gördüğüm ekmek parçasını alıp bir kenara koyuyorum. Yeni doğurmuş ineğin buzağısını sevişini seyrediyorum. Dereye serpme ağ serpip balık yakalıyorum. Labada ve ebegümeci toplayıp soğan kavurmalı yemeğini yapıyorum. Reyhan ve limonlu melisa yapraklarını kaynatıp soğuttuktan sonra içiyorum.

Hafta sonları gazete alıp okuduktan sonra bulmaca ve sudokularını çözüyorum. Bisküviyi illa çaya daldırıp yiyorum. Orta şekerli kahve içmeyi seviyorum. Neşet Ertaş türküleri dinlerken kendimden geçiyorum. Keşke şunu yapmasaydım demek yerine iyi ki bunu yapmışım deyip kendimi avutuyorum.

Bazen de ilham gelince bunun gibi yazılar kaleme alıyorum veya şiir yazıyorum. Beğenilip yayınlanırsa hoşuma gidiyor.

ÜÇÜ BİR ARADA HAYAT

  • Filistinli Kardeşlerimize İthaf Edilmiştir -

Hayatımız boyunca tek bir gayemiz var hem kendimiz hem de sevdiklerimiz için. MUTLULUK. Mutluluğa giden yolda ise birtakım ihtiyaçların giderilmesi ve yaşam ortamımızın iyileştirilmesi gerekiyor. SAĞLIK ve PARA en temel gereksinimler mutluluğa giden yolda. Memleket, ev, araba, evlat, mal, mülk, yat, kat, iş, arkadaş, evlilik gibi etkenler de etkili tabii. Ama ben ömrümde üçü bir arada yaşam görmedim. Gerçek hayatta gelmiyor bir araya bu üçlü. MUTLULUK, SAĞLIK ve PARA.

Sağlık en önemlisi. Olmazsa olmaz… Çünkü sağlık olmadığında diğer şeylerin hiçbirisinin önemi kalmıyor. En büyük nimet, ekmek gibi, su gibi… Sağlık olursa diğerlerine kavuşmanın ümidi oluyor insanın içinde. Yoksa ümitsizlik zaten götürüyor her şeyi, bir yanlışın tüm doğruları götürmesi gibi…

Sağlığı olanın parası da oluyor ama mutlu etmiyor insanı. Bu sefer sakat evladı giriyor devreye. Parası olan sağlığı için milyonları harcıyor ama yine mutlu olamıyor. Bu sefer de anlaşamadığı eşi engel oluyor mutluluğuna. Bakıyorsunuz adama diyecek donu yok üstünde, önünde bir tas çorba, kuru bir ekmek, yüzü gülüyor hayata inat…  Bazen de sağlık oluyor, para olmuyor ama öyle bir eşi ve hayat arkadaşı oluyor ki insanın mutluluktan uçuyor bir ömür boyu…

Bu konuda Yaratan’a kulak verelim. Yaratan şu üç hususu özellikle vurguluyor.

  • Asıl olan öbür alem. Bu Dünya geçici ve içindeki canlı cansız tüm varlıklarıyla yok olacak. İnsanların ruhları öbür alemde yeniden dirilecek.
  • Bu Dünya imtihan dünyası. Yani verdikleriyle, vermedikleriyle, aldıklarıyla Yaratan bizi imtihan ediyor. Dolayısı ile ne ekerseniz onu biçersiniz diye üstüne basa basa bize bildiriyor.
  • Bu aşamada üç ismi ön plana çıkıyor. Adl; yani kesinlikle ve kati olarak mutlak adaleti sağlayacağını, insanların ulaşamadıklarına öbür alemde elde edeceklerini ısrarla vurguluyor. Müntakim; yani cezalandırmasının çok şiddetli olacağını yine kati olarak haber veriyor. İkram; yani ödüllendirmesinin sınırsız olacağını müjdeliyor.

İnsanlar ister Yaratan’a inansın, ister inanmasın, özellikle içinden gelen ve tabiatı gereği sonsuzluk, adalet, eşitlik, ceza, ödül illaki bekliyor. Bütün çabası mutluluğa ulaşmak. Öte yandan insanoğlu hırs sahibi. İstiyor ki bütün Dünya onun olsun, etrafında dönsün. Hep almak istiyor veya birisi ona versin. Hiç aklından vermeyi geçirmiyor. Bu da aslında mutluluğun önündeki engellerden biri. Halbuki bilmiyor ki elindeki ile yetinmeyi bilmek ve imkanlarını ihtiyacı olanlarla paylaşmak en büyük mutluluk. Bu duyguyu bir kere tatsa, aslında hep paylaşmak ister ama maalesef herkese nasip olmuyor. Gördüğünüz gibi bu da istemekle ve irade ile alakalı. Zaten vermek istemeseydi Yaratan, istemeyi vermezdi.

En büyük mutluluk kaynaklarından biri de SEVMEK. Doğayı, hayvanları, bitkileri, evreni, eşini, dostunu, tüm insanları ama asla kendini değil.

En iyisi ümidi hiçbir zaman kaybetmemek. İyi şeyler düşünmek, iyilik hayal etmek…. Hayal en büyük duadır aslında. Cenazene katılacak insanların sayısını artırsan yeter gibi geliyor bana… Dünyaya kalıcı bir eser bırakmak en güzeli. İnsanların ve hayvanların faydalanacağı şeyler. Ağaç, çeşme, iyi bir evlat, kitap gibi…

     Hepimizi hayatın zorluklarına karşı teselli edecek bir ipucu vereyim de gönlünüzü ferah tutun. Benim bir teorim var. Allah herkese dertleri eşit vermiş. Nasıl olur diyeceksiniz? Benim babam kanser hastası, onun için çok üzülüyorum. Arkadaşım ise kedisini kaybetmiş depresyona girdi. Kedisini kaybetmek onun için şimdilik en büyük acı. Gördünüz mü siz bazı merhaleleri aştığınız için babanızın kanser olması sizin için katlanabileceğiniz en yüksek üzüntü olarak verilmiş. Arkadaşınız ise henüz böyle bir merhaleye henüz hazır değil, şimdilik kedisinin kaybına üzülüp duruyor. Onun için her zaman derim, Filistin’de ölen çocukları düşünün, onların anne ve babalarını. Onların merhalesini tahmin edebiliyor musunuz? Onların içinde bulunduğu savaşı düşündüğünüz zaman ne kadar basit şeyler için üzüldüğünüzü göreceksiniz.

“Allah imhâl eder, ama asla ihmâl etmez”

FABRİKA SATIN ALMA GÜNLÜKLERİ

1.GÜN

Bugün ilk günüm bir fabrikada. Odamı gösterdiler ve bilgisayar verdiler. Biraz dar ve karanlık bir oda ama olsun. En azından yemekhaneye yakın. Henüz neyle karşılaşacağımı bilmediğim için kafamda bir şablon yok zaten. O da ne? Birisi listeyi getirdi bile. Kargo gidecekmiş. Cıvata ve rulman alınacakmış. Flap zımpara ve 1” çift sıra zincir de lazımmış. Hadi çık bakalım işin içinden… Kafamda bin tane soru dolaşıyor. İlk gün de bu kadar yüklenilmez ki…. Sonuçta eğitim sektöründen gelip fabrikada çalışmayı göze almış biri olarak zorlanacağım biraz ama fark etmez her işin üstesinden geliriz evelallah.

  • Kargo üzerine yapıştıracak etiket bile yok. Neyse onu sonra yaptırırım. Şimdilik elle yazayım bari.
  • Cıvata çeşitlerini acilen öğrenmem lazım. Google iyi ki varsın. Bu imbus cıvata da nasıl bir şey acaba?
  • 6003 rulman mı? O da nasıl bir şey? Tamam hatırladım. Çocukken tahtadan arabanın tekerini rulmandan yapardım.
  • Flap zımpara?! 60 kum mu? 40 kum olmaz mı?
  • 1” zincir almam lazım ama, nerden alayım? Hiçbir şey söyleyen de olmadı ki. Neyse şu elime verdikleri bakkal defteri gibi rehberden bulurum belki. Hem parmak nedir? İnç nedir? Nasıl bir ölçüdür bunlar Allah’ım?
  • Dışarı çıkıp malzeme alıp geleyim mi? Ama şoförlüğüm yok ki benim. Sorun değil en kısa zamanda öğrenirim. Yeter ki bana fırsat verin, mahcup olmazsınız.
  • Tüm bunları kayda geçmem lazım gün gün, saat saat, an be an. En iyisi Excel’de bir sayfa açıp yazayım bari.
  • O da ne zil çaldı. Fabrikalarda böyle mi oluyormuş? Saat 10.00 da çay, 12.30 da yemek, 15:00 de yine çay, akşam 18:00 çıkış. Allah Allah… 11’de çay canım istese içemeyecek miyim? Arada çay sigara yapmadan da duramam ki…
  • Oh be çok şükür çıkış zili çaldı. Servisime yerleşeyim hemen, yerimi kaptırmayayım ilk günden.

5. YIL SIRADAN BİR GÜN

Bugün yapılacak işler listemde çok iş var görünüyor. Bir de gün içindekiler eklenir. Çok yoğun bir gün bekliyorum. Allah yardımcım olsun.

  • Önce şoföre güzergah listesini vereyim de yola çıksın. Yedi yerden alacağı malzemeler var. İnşallah zamanında gelir. Gelmezse de sorun değil, gerekirse gider ben alırım. Kamyonet dahil kullanamadığım hiçbir araç yok artık. SRC ve psikoteknik belgem bile var.
  • Ergitme projesi için çelik listesi verilmişti. Üç firmadan teklif alıp fiyatlara ve terminlere bir göz atayım. Bu günlerde de kurdan dolayı fiyatlar arttı ama olsun çok acil lazımmış. Bu arada malzemeler kumlanmış ve boyalı olacakmış.
  • Paslanmaz çubuklar için gelen teklifleri değerlendirip siparişi verebilirim ama sipariş peşindi. Muhasebe ile görüşüp ödemesini yaptırayım da geç kalmayalım.
  • Fan ile ilgili yatak, motor, kayış ve kasnak listelerini de oluşturmam lazım. Daha vakti var ama şimdiden hazırlık yapayım.
  • Kalıp ısıtmalara sürekli kullanılan yataklardan ve termokupllardan sipariş edeyim de elimizde bulunsun. Sonra zamanı geldiğinde sıkıntı yaşıyorum.
  • Bugün iş güvenlik elemanı ve işyeri hekimi de gelecekti. Onlarla kısa bir toplantı yaparım.
  • Akşama doğru yarının yemek sayısını bildirmem lazım. Bu arada akşam mesaiye kalacakların yemek ve araçlarını ayarlamayı unutmayayım. Bu arada mesai çizelgesini kontrol edip yarın gelmeme ihtimali olanları da işaretlemeyi unutmayayım. Boşuna yemek artmasın.
  • Bu arada az kalsın unutuyordum. Bugün minibüsün bakım randevusu vardı. Şoförü önce oraya göndereyim. Gelince malzemeleri almaya gider.
  • Şimdi vincin bozulduğu haberini aldım. Acilen tamirciyi çağırmalıyım.
  • Çok acil cıvata mı lazım oldu? Neden bir saat önce söylemediniz sanki. 1 saat önce ordaydım, gelirken alırdım.
  • Yok artık. Servisi şoförünün cenazesi mi varmış? Desenize akşam yine servisi ben çekeceğim. Olsun servis aracını kullanmak hoşuma gidiyor. Sıkıntı değil..
  • Genel müdüre söyleyeceğim böyle olmuyor bana bir depo ve depocu şart oldu. 1 saattir gelen redüktörleri yerine koymakla uğraşıyorum.
  • Of be bu kaçıncı? Yine mi yanlış geldi malzemeler. Bir kenara ayırıp iade etmem lazım. Muhasebeye söyleyeyim iade faturasını hazırlasın bari.
  • Biraz boş vaktim olursa şu evrakları proje dosyalarına yerleştireyim.
  • Şantiyeye gidenlerin evraklarını hazırlayıp göndermem gerekiyor ama bu da çok vakit alıcı bir iş.
  • Faturalarda önümde birikti. Şunları tek tek dikkatlice kontrol edip satır satır excel maliyet tablosuna işleyip muhasebeye vereyim. Bu benim için çok iyi oluyor. ERP gibi bir şey bu. Neyi, ne zaman, kimden, kaça almışım hepsi kayıtlı excel tablomda.
  • Ne yapabilirim? Yemek şirketine yüz kere söyledim. Kuru fasulye çıktığı günlerde bize kuru soğan gönder diye. Yine unutmuşlar.
  • Araç takip programı sürekli önümde açık olmalı.
  • Çalışanlardan birinin gözüne çapak kaçmış. Ecza dolabından damla verip hastaneye ulaştırmalıyım.
  • Servis şoförü ile ne problem yaşıyorlarsa bana iletiyorlar. Ne yapayım? Gidip probleminizi yönetime iletin arkadaşım.
  • 2 adet karışım, 1 adet oksijen tüp söyleyeyim de yarına gelsin. Ha bir de forklift tüpü.
  • Tehlikeli atıklar için atık firmasını çağır, yarın gelip alsınlar.
  • Bugün bu üçüncü. Müşteri temsilcileri çok seviyorum ama bu kadar da uzun konuşulmaz ki. Biraz kısa kesseler olmaz sanki. İşlerim çok yoğun görüyorsunuz.
  • Gelen kargoları elektrik bölümüne iletmeliyim.

 

7. YIL SIRADAN BİR GÜN

Artık bir depom ve depocu yardımcım var çok şükür. Araç takip, mesaiye kalanlar, iş güvenlik, yemek sayısı bildirme, mesai takip vs. ne kadar satınalma dışı iş varsa yeni gelen elemanlara dağıttım. Sadece satınalma işini yapacağım artık. İşler iyice arttı. Bundan sonraki hedefim yanıma yardımcı satınalma elemanı almak olacak. En azından temizlik ve kırtasiye malzemelerini alsa yeter bana. Gerçekten yoğunluktan bunaldım.

Bu arada yeni odam çok iyi oldu, projeye ve muhasebeye yakınlığı da iyi…

  • Homojonize fırının refrakter malzemelerini sipariş etmem lazım.
  • Önce şoförü göndereyim. Onu gönderince maillerimi kontrol eder, mesajlarıma bir bakarım.
  • Yakında izne gideceğim. Ona göre iş planını ayarlamalıyım. Yanıma bilgisayarımı da alır, işleri ordan takip etmeye çalışırım yine her yıl olduğu gibi. Bu sefer yazıcıya da götüreceğim. Sonra faturalar birikiyor. İzin dönüşü zor oluyor.
  • ERP programına geçme düşüncemiz iyi ama işleyen bir sistemi ERP programına aktarmak çok zor. Herkesin öğrenmesi ve aynı anda geçmemiz lazım.
  • Hesapladım tam 7 tırlık malzeme oluyor. Bu seferki çelik listesi oldukça kabarık. Yeni bir tedarikçi buldum ama gidip yerinde görmem lazım.
  • Bugün diğer şubeye gidecek malzemeleri hazırlatayım da depocum kontrol etsin. Tır çağırıp göndermek gerekir. Acil bekliyorlarmış.
  • Satacağımız yedek malzemeleri alıp yarın kargo ile göndereyim bari. O da aradan çıkmış olur.
  • Bu talaşlı imalatçılarla işim var gerçekten. Biraz hızlı yapsalar ölürler sanki. Yetişmeyecek yine malzemeler. Zaten 1 aydır dökümden çıkmasını bekliyoruz.
  • Bugün flex hortumları ve fittings malzemelerini de getirtebilirsem çok iyi olacak.
  • Gelen kışlık kıyafetleri de depocu dağıtır çalışanlara.
  • Yalnız siparişini geçtiğim vantilatörün pozunu öğrenip bildirmem lazım.
  • Projedeki arkadaşlar da bir türlü malzeme listesini projenin altına yazmayı öğrenemediler.
  • 5 adet rezistans test sırasında yanmış. Yenilerini sipariş edeceğim ama bu sefer 5 tane de fazladan söylesem iyi olur.
  • Neyse bugünlük bu kadar yeter. Şoför de yeni geldi. Gelen malzemeleri kontrol edeyim bari.
  • Hafta sonu arkadaşın düğününe gitmemek olmaz. Kaç yıldır birlikte çalışıyoruz sonuçta…

ÇALIŞAN ELEMANIM ŞAŞKIN MISIN?

Ne oldu? Çok şaşkın gördüm seni. Ne sanıyordun? ilk iş gününde davul zurna ile mi karşılayacaklarını bekliyordun? Sana sürpriz yapıp bir çanta dolusu hediye vermediler mi? Odan bile biraz karanlık ve loş değil mi? Verdikleri bilgisayar da eski çıktı sanırım. Dur bakalım dala neler neler göreceksin? Öyle hemen eline cep telefonu, cebine kartvizit koymayacaklar. Biraz beklemen gerekecek. Kartvizitte eleman yazdığını görünce şok geçirme diye söylüyorum bunları. Öyle müdür yazmalarını çook beklersin. Sabah serviste kendine en arkada yer buldun değil mi? Üzülme zamanla işten çıkanların yeri boşaldıkça önlere doğru gelirsin. Burası benim yerim diye kaldırmadıklarına şükret.

Peki maaşı beğendin mi? Biliyorum bu işten önce işsizdin, o yüzden ne verirlerse kabul ettin. İşte burda sıkıntı büyük. Her yıl diğer çalışanlarla aynı oranda zam alacağını varsayarsak, beş yıl sonra çoğunun altında kalacak gelir seviyen. Eski kiracı konumuna düşeceksin. Arada seyyanen zam almadıkça veya işveren senin gayretini değerlendirip herkesten daha yüksek oranda zam yapmadıkça hep geriye gideceksin.

Yanına yardımcı eleman da mı istiyorsun? O iş öyle kolay değil. “Henüz iki kişinin yaptığı işi yapıyorsun. Şöyle üç kişinin yaptığı işe ulaştığında onu değerlendirip yanına yardımcı eleman alırız.” dediler değil mi sana? Görevin dışında da işler yapıyorsundur ama onları devretmek için de henüz erken. En az beş yıl böyle idare et, sonra bakarlar.

Unutma bazen doğum gününü hatırlamayacaklar, düğününe üç-beş iş arkadaşın gelecek, yöneticilerden veya işveren tarafından kimse gelmeyecek belki. Üzülme sen yoluna devam et. Sen her zaman hakkını vererek çalış. Sakın onların ağzına laf verme. Dürüstlüğünden, çalışkanlığından saygından asla eksiltme. Birgün elbet değerini anlayacaklardır.

Sakın boş duruyor zannetmesinler. Tamam biliyorum işinde çok iyisin. Herkesin üç saatte yaptığı işi bir saatte yapıyorsun. Onu ya yaparım, bundan da anlarım dedin en baştan. Biraz da sesin çıksın. Bazı işleri hallettiğini çaktırmalısın. Unutma her yaptığın işi bağıra bağıra yapmazsan seni hiç çalışmıyor zannedebilirler.

Yaptığın fazla mesaileri görmezden geliyorlarsa sakın göz yumma buna. Hele de izinli gününde seni rahatsız ediyorlarsa sürekli, mutlaka hatırlatmanı yap günün birinde. Yaptığı her işi not al, izinde falan çalışmak zorunda kalırsan bir yere yaptıklarını yaz.

Bugün ilk azarını işittin değil mi? Çok kırıcı oldu sanırım ama ne yapalım bu işin doğasında var de geç. Varsa ailen ve çocukların gelsin gözünün önüne. Unutma onlar için çalışıyorsun. Bu işe çok ihtiyacın var. Çok üzerinde durma ama sürekli hale gelirse sen de sesinin tonunu yükseltmeye başlasan iyi olur. Evet bazen hata yapıyorsun ama olsun kim yapmıyor ki? Önemli olan hatalardan ders çıkarmak olmalı. Hatayı sadece senin üzerine yıkmalarına izin verme. İşverenlerin başarıyı takıma, hataları şahıslara maletmeye çalıştıklarını unutma.

Yemek ve çay saatlerinde çalışmaya çalışma. Hele eve hiç iş götürme. Çünkü kimse fark etmez ve takdirle karşılamaz. İnan çalıştığınla kalırsın.

Prim, ikramiye ve ödül işine hiç girmedim dikkat edersen. Verirlerse öp başına koy, vermezlerse de yapacak bir şey yok. Prim, ikramiye ve ödül veren işyeri zaten çok fazla değildir diye kendini teselli edebilirsin.

Bugün ilk kez toplantıya seni de dahil edip fikirlerini sordular. Ne mutluluk verici, ne motive edici bir şey değil mi? Zam almış kadar sevinmedin mi? Bu önemli bir gelişmedir, unutma. Bir şeyler yoluna girmeye başlamış demektir.

Yok Pazartesi, yok efendim tükenmişlik sendromu. Bunların senin lügatinde yeri yoktur umarım. Daha doğrusu olamaz, olmamalı.

Terfi mi bekliyordun? Yok artık. Nereye terfi edeceksin? Senin üzerinde terfi edecek yer mi var? Bildiğim kadarıyla soyadında patronla aynı değil. Zaten tek tabanca çalışıyorsun.. Altında çalışan yardımcıların yok ki üste çıkasın. Terfi olayı çok büyük ve kurumsal firmalarda olur. Neyse sık dişini birkaç yıl sonra seni oralarda görüyorum…

Ben terfi yok diyorum bu firmada, sen bir de altıma şirket arabası verseler iyi olur diyorsun. Satış departmanına geç istersen demekten başka diyeceğim yok buna.

Sabırlı olmalısın. İş hayatı biraz zordur, basamakları çıkmak, saygınlık ve dostluklar kazanmak zaman alır. Sen yine de her şeye rağmen her sabah bir umutla işine başla, gördüğünün elini sık, günaydın de. Tebessümü yüzünden eksik etmemeye çalış. Allah yolunu açık etsin.

AROMATİK SAHTE HAYATLAR

Aroma artık hayatımızın her alanında. Hem de doğala özdeş…. Aslında içinde meyve olmayan sular, tarçın olmayan kekler, ceviz olmayan tatlılar, peynir olmayan peynirler, içinde et olmayan börekler, her türlü içinde meyve aroması olan gıda boyası ile renklendirilmiş rengarenk dondurmalar… Her şey sahte, her şey taklit, her şey aromatik…. Ama ben yiyecek ve içeceklerin içine katılanlardan bahsetmeyeceğim. Hayatımızın içindeki aroma katılmış insanları ve yaptığımız işleri anlatacağım.

Aromatik insanlar türedi etrafımızda. Hem de doğala özdeş…. Sahte mimikler, sahte gözyaşları, sahte yüzler, gülüşler ve davranışlar… Doğala özdeş olduğu için anlayamıyorsunuz bile sahte gülücükler saçtığını, sizi kandırmaya çalıştığını…

Samimiyet, doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık mumla aranır oldu. Mış gibi yaşıyoruz hayatı.. Mutluymuş gibi gülücükler saçıyoruz, doğruymuş gibi anlatıyoruz yalanı…

Evimizde, işyerimizde kullandığımız elektronik eşya ve aletler bile aromatik artık. Sağlam gibi görünen televizyonlar, buzdolapları, çamaşır makinaları beş yılın sonunda mutlaka bozuluyorlar. Bozulmaya programlanmışlar sanki. Eskisi gibi yirmi yıl gideni yok. Annemin üzerine işlemeli danteller örttüğü buzdolabı hala hayatta halbuki… Sanki ailemizden biri gibi olmuştu. Bozulduğundan değil, mecburen eskiciye verdik.

Yaşadığımız binalar bile aromatik çıkmadı mı? Sanki doğala özdeş çimento aroması katmış kumun içine. Demir çubuk diye fındık dalı koymuş sanki. Çoğu çökmedi mi depremde üzerimize.

Artık hayatımızın iyice içine giren ve vazgeçemediğimiz sosyal medya da aromatik hayat sunuyor insanlara. Sahte hesaplar belirliyor gündemimizi. Yüzüne söylemediklerini sosyal platformlarda söyleyenler, yürek yemiş gibi cesarete bürünen sahte insanlar… İçine aroma katılmamış gerçek dost bile bulmak zorlaştı.

Çocukların oynadıkları oyunlar bile sanal ve tehlikeli hale geldi. Seyrettiğimiz filmler tamamen bilgisayar ortamında kurgulanmış. Şarkı söylüyor ama arkasında orkestra yok, sesini bilgisayar düzeltmiş. Kopyala-yapıştır bir şarkı çıkmış ortaya.

Eli eline değmeden yaşanan efsane aşklar yok hayatımızda, mektuplarla süslenen, gizli buluşmaların, utangaçlıkların var olduğu ömür boyu süren. Hisler gitmiş sanki, dürtüler almış yerini. Pamuk ipliğine bağlı sevgiler, sevgililer türemiş… Vefayı zaten saymıyorum. Sevgi yerine aroması var isterseniz…

Bir kahvenin kırk yıl hatırı yok artık. Kahve çok pahalı ve statü göstergesi olmuş. Masada hesapların ayrı ödendiği yemekler… İsrafın diz boyu olduğu serpmeler… Gösterişin ve eğlencenin zirveye ulaştığı iftar yemekleri..

Şampiyonluklar sahte. Rakibine üstünlük sağlamak için mertliği elden bırakıp doping kullanan sporcular türemiş. O madalyayı nasıl boynuna asabiliyorsun, nasıl içine siniyor, nasıl vicdanına yediriyorsun be adam? Hiç mi utanma kalmadı sende?

Sahte hocalar türedi. Duaları sanki gerçek değil duanın aroması. Hiçbir tesiri yok. Gerçek dini ilimlerden bihaberler.

Gelelim ürettiğimiz makinalara. Kalitenin ayrıntıda gizli olmasına sevinecek gibiyiz sanki. İyi ki ayrıntıda gizli. Yoksa nasıl saklardık adi malzeme kullandığımızı. Yakmayan yakıcılar, paslanan paslanmazlar, dönmeyen fanlar, itmeyen silindirler, kopmaya yüz tutmuş zincirler, gözünün içine sokulan kaynaklar, kapanmayan kapaklar, yağ kaçıran pistonlar…. Mış gibi makine yapılmaz ki ama. Verimlilik yok, dayanıklılık yok, bir ağırlığı bile yok. Boyası bile ilk yağmurda akacak kadar ince….

Orijinaline ihtiyacımız her şeyin. Sevginin, duanın, işin, sözün, yemeğin, içeceğin, makinanın, emeğin, gülüşün, ağlayışın. Kaliteli insanlara ihtiyacımız var candan, gönülden, samimi, içten… Delikanlıya, adama, ustaya, kadına, öğretmene ihtiyacımız var harbiden…

CUMHURİYETİN 100. YILINDA ATATÜRK’Ü ANLAMAK

Atatürk’ü anlamak demek; vatanını, milletini ve bayrağını çok sevmektir.

Yaşı, cinsiyeti, görevi, işi, mesleği ne olursa olsun devletine bağlı, çalışkan ve dürüst olmaktır.

Demokratik bir toplum anlayışına sahip olmaktır.

Fikri ve vicdanı hür olmak, ne olursa olsun gerçekleri haykırabilmektir.

Milli değerlerine bağlı, ahlaklı ve erdemli yaşamaktır.

Herkesin dini ve siyasi düşüncesine saygılı kalabilmektir.

Eleştiriye açık olmak, bilimin ışığını referans edinmektir.

Düşünmek, tartışmak, değerlendirmek ve doğruya ulaşmaktır.

 

 

Büyüklerine saygı duymak, küçüklerine sevgi ile yaklaşabilmektir.

Bildiklerini, gördüklerini, yaşadıklarını ve tecrübelerini gelecek nesillere aktarabilmektir.

Diline ve tarihine sahip çıkabilmektir.

Çalışmak ve üretmek, geliştirmek ve yeni buluşlara imza atabilmektir.

Zeki ve çevik olmak için gayret göstermek ve çabalamaktır.

Çok kitap okumak, öğrenmeye ve gelişime açık olmaktır.

İnsanları çok sevmek, insanlığa faydalı bir birey olmak için çabalamaktır.

Önüne çıkan tüm engelleri aşma azmine sahip olmaktır.

Takım çalışmasına yatkın olmak, yardımlaşmayı ve paylaşmayı sevmektir.

Kötü ve dar gününde milletinin yanında olabilmek, yardımına koşabilmek ve yaralarını sarabilmektir.

Düşmanlara karşı tek yürek olabilmek, omuz omuza verebilmektir.

Savaşa hazır olmak ama her zaman barışı arzulayabilmektir.

Cumhuriyete, demokrasiye ve tam bağımsızlığa sahip çıkabilmektir.

Atatürk’ü anlamak;

Dosta düşmana güven vermek, savunma sanayini geliştirmek ve Dünya’nın sayılı modern orduları arasına girmektir

Fabrikalar açıp üretimi ve istihdamı artırmak, ihracat yapıp döviz gelirlerini artırmaktır.

Markalar oluşturmak, Türk lirasının değerini korumaktır.

Tarımı ve hayvancılığı geliştirmek, ata tohumlarına sahip çıkmaktır.

Ormanları korumak, denizciliği geliştirmek, turizmi canlandırmaktır.

Enflasyonu düşürmek, faizleri indirmek ve cari açığı dengelemektir.

Arge çalışmalarına hız vermek, uzaya gözünü dikmektir.

Eğitim ve öğretime önem vermek, fen ve teknolojiye yatırım yapmaktır.

Barajlar, köprüler, otoyollar yapmak, tren ve deniz taşımacılığını geliştirmektir.

Yurt dışına açılmak, devasa yatırımlara imza atmaktır.

Aileyi korumak, güçlendirmek ve demografik yapıyı muhafaza etmektir.

Depremlere ve doğal afetlere hazırlıklı olmak, yangınlara müdahale edebilmektir.

Vergileri düşürmek, refahı ve milli geliri artırmak, Dünya’da ilk 10 ekonomik güç arasına girmektir.

Herkesin düşüncelerini özgürce ifade edebildiği bir ortam yaratmaktır.

Bilim adamları ve doktorlar yetiştirmek, modern hastaneler yapmaktır.

Özgür beyinlerin okuduğu, özgür bireylerin yetiştiği, Dünya’nın sayılı üniversitelerine sahip olmaktır.

Kendi otomobilini, silahını ve uçağını üretip, kendi yazılımını ürettiğin çipe yazabilmektir.

Dünya çapında katılımın olduğu geniş fuarlar düzenleyebilmek, Dünya’nın her yerine ürün gönderebilmektir.

Çelik ve paslanmaz başta olmak üzere her ürünün en kalitelini üretebilmek, madenlerini çıkartıp işleyebilmektir.

 

CUMHURİYETİN 100. YILINDA

ATATÜRK’Ü ANMAK

İnsan üzülmeli mi, yoksa anmalı mı bilemiyor. Tabi ki bir enkaz devralarak, nice savaşlarda yurdu dört bir koldan saran düşmanları yenip zaferler kazanarak yeni bir devlet kuran Atatürk söz konusu olunca insan nasıl davranacağını bilemiyor. Hem üzülmek, hem anmak hem de böyle bir büyük devlet adamı ve komutanla gurur duymak en doğrusu bence.

Kötüye giden durumu tersine çevirmek öyle kolay ve kısa sürede olmadı tabi ki. Çünkü eskisinden çok farklı bir yapıda devlet kurdu. İnsanların daha önce alışık olmadıkları bir sisteme geçiş yapmaları öyle kolay olmadı. Zihnen insanları buna ikna etmek, yüzyıl sonrasını düşünüp öyle hareket etmek gerekiyordu. Dünya’nın nereye doğru gittiğini tahmin etmek gerekiyordu. O yüzden sadece devleti kurmakla kalmadı, aynı zamanda onu çağdaş uygarlık seviyesine çıkaracak medeni, siyasi, ekonomik, askeri, ve hukuki hamleleri de yaptı.

Barış üzerine kurdu devleti sağlam temeller üzerine. Demokrasiyi, Cumhuriyeti, halkın egemenliğini ve tam bağımsızlığı ilke edindi. Kalkınmaya ve sanayiye önem verdi. İnsan ve özellikle kadın hakları konusuna vurgu yaptı. Hayatın her alanına dokundu. Kılık kıyafet, harf, bilim, sanat, spor, kültür, tarım, hayvancılık, teknoloji ve sosyal hayatta yepyeni değişiklikler yaptı. Hukukun üstünlüğünü, seçilmişlerin hakimiyetini, kanun devletini vurguladı ve özellikle bireysel hakları ön plana çıkarmaya çalıştı.

Çocuklara ve gençlere emanet etti ülkesine. Halkın eğitimine, üretime yönelmesine önem verdi. Dünya’ya açılmayı kafasına koydu.

Bütün bunları yapıp hayata gözlerine yuman bir insana saygı duymamak, Onu layık olduğu şekilde anmamak, Onunla gurur duymamak elde değil. O yüzden herkes nasıl istiyorsa, gönlünden nasıl geçiyorsa o şekilde anmalı Onu. Bayrak, vatan ve millet sevgisi ön plana çıkarılmalı. Din ve toplum adına yaptıkları vurgulanmalı. Ondan sonra gelen siyasilerin yapmadıklarının, yanlış uygulamalarının Ona mal edilmesi yapılan en büyük haksızlıktır Ona.

Gençlere tavsiyem Türk tarihindeki her lideri kendi düşünceleri ve yaşadığı devir ve şartlar göz önünde bulundurarak değerlendirmeleri. Orta Asya’dan itibaren, Selçuklu, Osmanlı gibi tüm Türk ve Müslüman Devletlerini yöneten atalarımıza saygı duymaları, Tarihten dersler çıkarmaları ve geleceğe ümitle bakmaları. Duyduklarına değil, okuduklarına ve araştırmalarına güvenmeleri. Bilime ve akla dayanmaları ve hizmet etmeleri. Çok okumaları ve çalışmaları.

Özetle Atatürk denince akla gelenler:

  • Milletine adanmış bir ömür
  • Milletine inanmış bir lider
  • Çok iyi bir kumandan
  • Azimli, kararlı, cesur ve sonuç odaklı bir kişilik
  • Siyasi bir deha
  • Saygın bir devlet adamı